25 Aralık 2014 Perşembe

Komşuda takipleşilir, bize de hediye düşer... (belki)


Merhaba sevgili takipçi aday adayıım!
Buralara geldim geleli ilk kez blogspot ailesinin bir parçası olduğumu hissedebildiğim bir etkinlikle karşınızdayım..

Kırık Şemsiye bir etkinlik düzenlemiş demiş ki hem birbirimizi tanıyalım, hemde çekiliş olsun. Sonra da  tutmuş bu gönderiyi hazırlamış...

Ben de derim ki bir bakın, kendiniz gibi bloggerlar ile tanışın... Ne kaybedersiniz ki?

Bir daha ki yazıya kadar sağlıcakla!

24 Aralık 2014 Çarşamba

yazmalı mı, yazmamalı mı?


 

Merhabaaa sevgili takipçi aday adayıım!!

Nasılsın? İyisin iyi. Bak iyi değilsen bile kocaman enerji gönderiyorum sana, iyi ol diye.

Yine yazmakla yazmamak arasında gidip gidip geldiğim, 'dur bir başlayayım da devamı gelirse yayınlarım' diye düşündüğüm bir yazıya başladım. (Eğer yayınlanmışsa bil ki devamı gelmiş.)

İnsanın karşısına ne zaman ne geleceği hiç belli olmuyor. Hiç olmuyor hemde. Okuyacağım kitapları bu mantıkla seçiyorum. Eğer bir kitap sizi içine almazsa mümkün değil o kitabın olamazsınız. Kitap sizin dünyanıza girmez, siz onun dünyasına girersiniz diyeceğim.

Eee ben böyle dururken birden bir kitap buldu beni. Arkadaşımın bir ödevi var, hiç zamanı yok ama. Bende ödevini onun yerine yapabileceğimi söyledim. Bu şekilde geldi buldu beni. Aslında doğruyu söylemek gerekirse beklentim düşüktü. Hatta kitabın abartıldığını bile düşünüyordum. İşte insan bazı şeyleri bilmeyince, ahkam kesmesi kolay oluyor. Ve bende yanlış yapıp bilgim olmadığı konuda fikir beyan ettim. (Yanlış bir şey yapmayın.)

Bu arada kitabın ismini söylemedim, sende hatırlatmadın... Teşekkürlerr... Bu nasıl okumak? Nerenle okuyorsun... Kitap Antoine De Saint-Exupery'nin Küçük Prens'i.  Kitap hakkında çok yorum yapmayacağım, güzel bir kitaptı. Herkesin anlayabileceği ama herkesin hissedemeyeceği bir kitap. Ben hissedebildiğimi düşünüyorum.

95 Sayfalık bir kitap evden Ayazağa'ya gidene kadar bitiyor. Bitmesin istedim ama merakımın önüne geçemedim. Hatta ben kitabı okurken çok güzel bir insanla tanıştım. Hani sevmeniz için tanımanızın gerekmediği türden bir insanla. Neyse bu çok güzel bir hikaye, anlatmayacağım ama. Bu yazıyı sırf onun içinde yazdım diyebilirim.

Kitabın sözlerini eminim ki sende internetten oradan buradan görmüşsündür. Ben bazı şeyleri biliyordum. Hani aslında çok derin olan, saatlerce hakkında düşünebileceğim şeylerin bu kadar basit anlatılması hoşuma gitti. Kesinlikle okunması gereken bir kitap olduğunu söyleyemem. Yaşarken hakkında düşünülmesi gerek. Resimli bir kitap, kitabın resimleri kitabı yazan Antoine Abi yapmış. Saatlerce bakabilirim resimlerine. Hatta son sayfada olan resmin fotokopisini çektirip meşhur panoya asabilirim... (Sağdaki resim) Yaparım bilirsin...

Tek sorun kitapta gereğinden fazla imla hatası yapılması, bir çocuk kitabında bu kadar hatanın olması beni yıldırdı, sonuçta bir çocuğun bu kadar hatalı bir yazını okuması hoş değil.

Azıcıkta altı çizdiğim benim hakkında düşündüğüm, seninde düşünmeni istediğim birkaç satır başı paylaşıp, seni azad edeceğim sevgili takipçi aday adayım...
"Bir generale, bir deniz kuşuna dönüşmesini buyursam, generalde buna itaat etmese, bu generalin kabahati sayılmaz. Benim kabahatim sayılır."
Küçük Prens'in ilk gittiği gezengende tanıştığı Kral'ın hep söylediği sözler bunlar. Üzerine hala düşünüyorum.
"Önce, az ötemde oturacaksın, şöyle otların üzerine... Ben sana göz ucuyla bakacağım; ama sen hiçbir şey demeyeceksin.Dil bütün yanlış anlaşılmaların kaynağıdır. Ama her gün biraz daha yakınıma oturmalısın..."
Buda Dünya'ya gelen Küçük Prens'in karşılaştığı Tilki'nin sözlerinden bir kesit. Tilki Küçük Prens'e kendisini nasıl evcilleştireceğine dair yapacaklarını söylüyor. Ama Tilki unutuyor ki  bir şeyi evcilleştirdin mi, sorumluluğu sana ait olur. O yüzden kimseyi evcilleştirmemeye dikkat edin. Evcilleştirirseniz de Küçük Prens gibi bırakıp gitmeyin.

Böyleydi işte. Benim aklımı baya kurcalayan cümleler bunlardı. Azıcık sende düşün bunlar üzerine. Hatta bir adım daha ileri git ve kitabı okumadıysan oku. Okuduktan sonra daha iyi anlayacaksın bu yazıyı. Arka pencerenden soracaksın kendine;
'koyun çiçeği yedi mi, yemedi mi?'


Yazarken bunu dinledim. Düşündüklerini kesinlikle paylaş benimle. Bir daha ki yazıya kadar görüşmek üzere!!



19 Aralık 2014 Cuma

"Yüzyıllık Aşk"


Merhaba sevgili takipçi aday adayım!

Günaydın, nasılsın? Ben bomba gibiyim. Patlasam kurtulacağım ama patlayamıyorum o misal. Günler öncesinden dediğim gibi buraya bir yazı gelecek*'in ilk yazısını yazıyorum şimdi. Kurtuldum bazı şeylerden, geride bıraktım devam ediyorum.

Öncelikle sadık bir müzesever olarak müze adı duyduğum zaman istemsizce 'bende geleyim mi?' diyorum. Tabi ki birilerinin peşine kuyruk olup gidiyorum. Uzun bir süredir herhangi bir kültür etkinliğine katılmamıştım. Hatta en son gittiğim müzeyi bile hatırlamıyorum diyebilirim. Bu sefer ne zamandır duyduğumuz duyup da ertelediğimiz 'amaan gideriiz' dediğimiz ama bir türlü gidemediğimiz bir sergiye gittik kızçelerle. 


Evet, İstanbul Modern Sanat Müzesi'nde 25 Eylül'de başlayan Türk Sinemasının 100. yıl dönümüne ithafen hazırlanan Yüzyıllık Aşk Türkiye'de Sinema ve Seyirci İlişkisi sergisine gittik. Aslında sergiyi duyanlar bir yanılgıya düşebilir, sergi sadece Türk Sinemasının 100 yılında neler oldu gibisinden bilgi vermek amacıyla hazırlanmamış.(En azından ben öyle olduğunu düşünerek gitmiştim, cehaletin inanılmaz hafifliği…) Bu 100 yılda oluşan sinemanın oluşumundan bugününe, sinemayı yaşatan unsur olarak seyirciye odaklanarak sinemanın seyirciyle buluşma anlarına, bu buluşmanın yarattığı şaşırtıcı ve büyülü kolektif ve kişisel dünyalara yer veriyor.

Sahne tozu yutmuş insanlardan beyaz perdeye geçişi anlatarak başlıyor. Giderek ilerliyor zaman tünelinde. Afişler, dergiler, biletler, koleksiyonlar ve daha niceleri... İnsanın aklına gelebilecek bir sürü sevgi metası. Aslında bu sergiden benim anladığım aşkın sadece iki insan arasında olamayacağı. Bir insan bir karaktere de aşık olabilir, bir filme de, bir karakterin bir diğerine aşık oluşuna da aşık olabilir.


Müzenin en sevdiğim yanı intertaktif oluşu. Yer yer filmlerden kesitlere yer verilmiş. Sonra dergiler, mektuplar insanların ellerine bırakılmış. Yani sevgiyi hissedebileceğimiz, ona dokunabileceğimiz daha rahat, bilindik bir ortam sağlanmış. En mükemmeli de plaklı olan bölümüydü. İstediğiniz plağı seçip pikaba yerleştiriyorsunuz ve tatatataaam işte Zeki Müren...

Aslında bu yazıda çok ipucu vermemeye çalıştım. Sırf gidip görebilin diye ama kendimi tutamadım yine... 25 Eylül'de başlayan sergi 4 Ocak'ta bitiyor. Böyle saf sadece sevmek için sevilen, hiçbir şey beklenmeden oluşan bir 'aşk'ı herkesin görmesi, bunun hakkında konuşması gerekiyor bence.


Üstelik İstanbul Modern'de çok uzak, ters bir yerde değil tramvayda (T1) Tophane durağında inin ve ileriye Fındıklıya doğru yürüyün ya da Fındıklı'da inin Tophane durağına doğru geri geri yürüyün. Hayır geri geri değil geriye doğru...

Son olarak sergiden çok beğendiğim birkaç cümleyle bu yazıyı sonlandırıyorum. Bir daha ki yazıya kadar görüşmek üzere. Sağlıcakla!

“Dolayısıyla sinema mikrobu kapmamak olanaksızdır. Film sona erince herkesi garip bir hüzün sarar. Salondan ayrılanlar her gün ki dünyalarına dönmek için bazı uzun koridorlardan geçip başka bir kapıdan kendine özgü bir havası olan daracık sokaklara çıkarlar.”

8 Aralık 2014 Pazartesi

Bir Küçük "Suzi" Hikayesi


Merhaba sevgili takipçi aday adayıım!

       Günaydın. Ne güzel kelime günaydın. Bugün böyle sabahtan akşama kadar bir şeyler yazma isteğimi içimden atamadım. Bugün delicesine sevgi doluyum. (İnsanlara değil, hayata)

       Sonra sabah yine müzik dinlerken o çok sevdiğim hikayeli türkülerden biri çıktı. Dedim ki belki bilmeyen vardır ya da bilipte unutan vardır ben en iyisi düzenleyip bloga yazayım bunu. Hep yazma isteğimi biraz olsun frenlemiş hemde size bir yatmadan önce hikayesi anlatmış olurum diye düşündüm. Ve oturdum bilgisayarın başına...

       Şimdi başlayayım hikayemize...  Hemen şuna bir tık. Diyarbakır'ın güneybatısında, Dicle Nehri'nin kıyısında, Kırklardağı diye bir dağ, bu dağın tam arkasında da Kırklar Ziyareti var. Zaten ülkemizin Doğu şeriti çok zengindir bu konuda. Türbelerden, ziyaretlerden geçilmez. İnsanlar buralara gider adaklar adar, isteklerini dile getirip uğruna kurbanlar keserler. Çocuğu olmayana çocuk, işi olmayana iş, sağlığı olmayana sağlık... Bir nevi pazarlık... Sorarsan Kırklardağı'na sen gittin mi diye hayır ben daha gitmedim fakat delicesine gidip görmek istiyorum Amed'i... 

        Neyse sohbete dalmadan başlayayım asıl hikayeye. Rivayete göre çoook uzun bir zaman önce Süryani zengin bir aile yaşarmış. Bu aileninde çocuğu olmuyormuş. Hekimlere mi gitmemişler, kiliselere mi gitmemişler yook bana mısın dememiş. Minicik bir yavruları olamamış. Gel zaman git zaman bu ailenin anne aday adayı kadın Kırklar Ziyareti'ni duymuş. "Aman efendim, canım efendim, gel gidip birde oraya adak adayalım" demiş. Başta kabul etmemiş adam sonra çocuk sevgisi ağır basmış, kalkmış gitmişler Kırklar Dağı'na... Kırk gün kırk gece Kırklar ziyaretine kırk kurban kesmişler. 41. gün kadın hamile kalmış. Allah bu çifte bir kız evlat vermiş... Bayramlar ile seyranlar ile kutlamışlar doğumunu. İsmini Suzan koymuşlar kızın ama kendi aralarında Suzi demişler bu minicik bebeye. Ne güzel isim Suzi...

       El bebek gül bebek büyütülmüş, bir dediği iki edilmemiş Suzi'nin... Anneciği her yıl doğum gününde, onu süsler, giydirir ve Kırklar'a götürerek, bir kurban kestirirmiş. Minnettarlığını göstermek için... Zamanla, Suzi büyümüş, serpilmiş. Güzeller güzeli bir genç kız olmuş. Tam serpilirken de, Müslüman komşularının evladı Adil'le aşık oluşmuşlar. Adil zaten küçüklüğünden beri vurgunmuş Suzi'ye. Yine bir doğum gününde, annesi Suzi'yi, kurban kesilmesi için Kırklar Ziyareti'ne göndermiş. Kadın artık çok yaşlanmış kendi gidememiş.) Adil de, bunları takip edivermiş, gitmiş sevdiğinin peşinden. Hizmetçiler kurban telaşıyla uğraşırken aralarından sıyrılan Suzi, Adil'le kuytuda buluşmuş. Eee ateşle barut yan yana durur mu? Birbirlerinin olmuş iki körpe beden. O gecenin hemen ardından Suzi bir tuhaflaşmış. 'Dicle Nehri beni çağırıyor' diye diye  deli divane olmuş. Kırklar Ziyareti, bu beraberliği bağışlamamış ve ziyaret Suzi'yi çarpmış. Suzi On Gözlü Köprü'nün orada, Dicle'nin serin sularına bırakmış kendini... Adil de sevdiceğinin ardından 'ziyaret çarptı bizi' diyerek ağlaya ağlaya aklını yitirmiş... 

     Dediğim gibi böyle anonim türkülerinin çoğunun bir hikayesi var. Doğrusu hangisidir bilinmez, rivayet sonuçta. Ben bu hikayeyi önceden de bilirdim, Ekmek Teknesi Heredot Cevdet'ten dinlerdim hep. Dinledikçe severdim. Suzi ismi bu yüzden hep farklıdır bende. 
   
     Ama tabi soru işaretleri yok mu kafamda, var... Bir kere Kırklar Dağı Suzi'yi çarptı tamam ama bu kızın anasıyla babası da bir zamanlar gidip Kırklar'da kırk gün kalmadı mı? Suzi gökten mi indi o arada?? Bu akıl büken soruyla seni baş başa bırakıyorum... İyi düşün bunu...

Sevdiğin hikayeler varsa benimle paylaş, bir daha ki yazıya kadar sağlıcakla!

30 Kasım 2014 Pazar

küçücük bir fik! #2


Merhaba sevgili takipçi aday adayım!

Bugün yine küçücük yeni bir fik ile karşınızdayım. FİK FİK! İnsan ırkına yardım etmeyi seven bir canlı olduğum için sizle paylaşmaya geldim bu fikri.

Şöyle ki çok uzatmadan geçeceğim fikre. Çok basit. Yani bunu da yapamayacaksanız pes artık.

Bu fikir daha çok dolap içi düzenlemek için bire bir bişiy. Aldığınız 2.5 litrelik pet şişeyi kesip kendinize bir tutamaç yapıyorsunuz. Ayakkabı tutamaçı. Böylelikle ayakkabılar daha düzenli duruyor. Hele bir de ayakkabı koymak için yeriniz darsa birebir. Birde benim gibi boş işlerin insanıysanız daha süper bir fikir oluyor.


Sadece pet şişeyi ortadan kesin. (yıkayın ama şekerli içecek vardıysa işinde yapış yapış olmasın ayakkaplarınız) Ayakkabılarınızı içine koyun. İşte ayakkap tutacağınız hazır....

Kıssadan Hisse: hep hayatınızdaki olumsuzlukları düşüneceğinize biraz da başka faaliyetlere yönlendirin zihninizi. İnanın her şeyden bir süreliğine uzaklaşmak iyi gelecektir. Hep denizi değilde balıkları düşünün biraz.

Hee unutmadan seninde değişik fikirlerin varsa benimle paylaş. İkimizinde ikişer fikri olsun!

Başka bir yazıya kadar sağlıcakla! Bunu dinledim yazarken*



23 Kasım 2014 Pazar

buraya bir yazı gelecek*


Merhaba sevgili takipçi aday adayıııım!

Nasılsın görüşmeyeli? Naptıın neler ettin? Eee hep ben mi konuşacağım? Hep ben mi anlatacağım, birazda sen anlat fikirlerini, sen söyle olan biteni olmaz mı? I-ıh mı? Hiç mi?

Tamam anladım senden fayda yok bana. Yine ben başlayacağım anlatmaya. Ne zamandır gelmiyorum buralara hayııır gitmedim bir yere meraklanma. Vazgeçmedim. Ben bu oyunu bozup, ayağa kaldıracağım bu blogu.

Aslında bir özür  ve hatırlatma yazısı bu. Yani sana değil de bana. Kendime ayıramadığım zamanın özrü bu bana birde '"bak herkes dertli, farklı değilsin. unutma bunu" yazısı. "Kendine gel bak, kendine gelmezsen getirirler" yazısı. Ne olduğumu unutmamam için. 'Onlar' gibi değilde kendim gibi olmam için. Şu an size anlatamadığım ama anlatmak için can attığım şeylerin yazısı. "Şu anda anlamıyorsun ama ilerde anlayacaksın. Tek tek anlatacağım bunları"nın yazısı.

Anlayacağın bu aralar birazcık sıkıldım takipçi aday adayım. En son blog yazısından sonra pek uğramadım buralara takip ettiğim blogları da okuyamadım. Dersimden biraz geri kaldım. Hep bir sonraki gönderiyi düşünüyorum. Aklımda değişik şeyler var ama onlar için biraz zamanı var sanki. Yani ben hazırım da o gönderilere blogspot dünyası hazır değilmiş gibi. Bence bu yazıyı okuyan -olursa tabii- sen bana bir not bırakabilirmişsin gibime geliyor. (Dur dur telaşlanma, anonim olarak da yorum bırakabilirsin.) Yazıyı normalde yayınladığım saatler (iş çıkışı, online olan insan çokluğu vs vs) dışında bir saatte paylaşacağım. Çünkü bence bu herkesin okumaması gereken bir yazı oldu. Aaa tabi ki insanların online oldukları saati takip ediyorum ve gönderileri o saatlerde paylaşıp daha çok insana ulaşıyorum. Reklamcılık ders 1. Şaka şaka.

Amaaan neyse bunları anlatmayacağım şimdi. Bu blog benle ilgili değil senin beni nasıl gördüğünle ilgili. Beni yakında daha iyi şekilde göreceksin. O zamana kadar sağlıcakla sevgili takipçi aday adayıım.

Ve yakında buraya bir yazı gelecek*

Unutmadan yazarken şunu dinledim. Çok severim yeri çok başkadır bende. Sözlerine dikkat!


2 Kasım 2014 Pazar

Bir Küçük "Abbas" Hikayesi



Merhaba sevgili takipçi aday adayıım!

     Bu suarede bambaşka bir güzellikle karşınızdayım. Dün yine evde bir başıma otururken Hüsnü Arkan'ın Yalnız Değiliz albümü yalnızlığıma eşlik ediyordu. Bilen bilir kadife sesini ne çok severim Arkan'ın. Sonra önceden de bildiğim bir şarkısı başladı çalmaya. Şarkının tam sözlerine odaklanmışken şöyle dedi Arkan "Katıp tozu dumana var git, böyle ferman etti cahil."       Sonra şarkının sözlerine bakmak geldi aklıma. Meğersem o öyle değilmiş, çok bambaşka bir güzellikmiş o. Şarkının doğrusu "Katıp tozu dumana var git, böyle ferman etti Cahit" imişBaşta anlayamadım sonra biraz kurcalayınca öğrendim ki sözler Cahit Sıtkı Tarancı'nın bir şiiriymiş meğer. Laf lafı açtı derken ben şarkının hikayesini buldum. Öyle beğendim ki hikayesini, sanki başkalarıyla paylaşmazsam şiire ihanet edecekmişim gibi hissettim. Eee hissiyat önemli şey, buyurun bakalım sizde bir okuyun... 

"Cahit Sıtkı Tarancı, askerliğini yedek subay olarak yapmak üzere birliğine gider. O yıllarda
yedek subay sayısı az olduğundan her yedek subaya emir eri verilmektedir. Birliğine gittiğinde bölük yazıcısından künye defterini ister. Sırayla isimlere bakmaktadır, bir isim dikkatini çeker. Abbas oğlu Abbas... Sakat çolak eli yüzünden çürüğe ayrılmış biridir Abbas... Talim bitiminde askerin yanına gönderilmesini ister.Öğle saatlerinde kapı çalınır.Karşısında civan mert yiğit biri selam verip; "Abbas oğlu Abbas emret komutanım!" der..


Aralarında şöyle bir konuşma geçer:
-Nerelisin?
-Memleket Mardin, kaza Midyat komutanım
-Sen benim emir erim olur musun?
-Siz bilirsiniz komutanım.

    Askere eşyalarını toplamasını söyler ve kendi evinin altındaki boş yere taşınmasını ister. Zamanla askerin zekiliği ve sıcakkanlılığından etkilenir. Abbas her sabah erkenden kalkar Cahit Sıtkı'ya kahvaltı hazırlar. Öğle yemeğini sormadan hazırlar. Tüm ihtiyaçlarını karşıdan bir istek gelmeden düşünüp yerine getirir. Erkenden kalkıp Cahit Sıtkı'nın kıyafetlerini ütüler, hazırlar ve evin temizliğini yapar. Akşamları Cahit Sıtkı'nın sevdiği yemek ve mezeleri hazırlar. Zamanla
aralarında komutan asker ilişkisinden daha güçlü bir dostluk bağı oluşur. Cahit Sıtkı, bu saf ve temiz Anadolu çocuğundaki sadakat ve temiz yürekten etkilenir. Zaman zaman karşısına alıp dertleşir ve bu Anadolu çocuğunun ruhundaki gizli şeyleri keşfeder...

    Akşamları rakı sofrası kurup en güzel kızartma ve mezeleri hazırlar Abbas. Aralarında duygu bağları güçlenir. Böyle bir keyif gecesinde alkollü Cahit Sıtkı sorar: 


-Sen İstanbul'u bilir misin Abbas?
-Bilirim komutanım
-Orada bir Beşiktaş var bilir misin?
-Bilirim komutanım, ben orada acemi birlikteydim.
-Orada benim bir sevgilim var..Sen bana kaçırıp onu getirir misin?
-Elbet komutanım.

    Sabah olur Cahit Sıtkı bakar ki Abbas yeni asker kıyafetleri giymiş, traş olmış hazırlanmış gidiyor. Cahit Sıtkı sorar: 

-Hayırdır Abbas neden böyle hazırlık yaptın?
-Ben İstanbul'a gidecektim komutanım!
-Ne yapacaksın sen İstanbul'da?
-Sen söyledin bana, ben gidip sana sevgilini getireceğim!..


    Gözlerindeki hüznü ve gözyaşlarını gizlemek istercesine arkasını dönüp kapıyı çarpar ve çıkıp gider Cahit Sıtkı fakat bu mert askerin yüreği dolu Anadolu çocuğunun samimiyet ve sıcaklığından çok duygulanır. Abbas'ı göndermez elbet.

    Akşam olur. Ağaç altında rakı sofrası kurdurur ve Abbas'ı karşısına oturtur. Birlikte yer içerler ve Cahit Sıtkı o meşhur şiirini kağıda döker:


ABBAS
Haydi Abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalb ağrısı.
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.
Aya haber sal çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce.
Bas kırbacı sihirli seccadeye,
Göster hükmettiğini mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumana,
Var git,
Böyle ferman etti Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş'tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.
Cahit Sıtkı TARANCI"

    İşte hikayesi böyleymiş Abbas'ın. Eminim ki çoğu kişi sever bu hikayeyi. Şarkıların güzelliği hikayesinden değil midir zaten? Umarım sen sevgili takipçi aday adayım da çok beğenirsin bu hikayeyi. Yorumlarını bekler, gözlerinden öperim. 

Bir daha ki yazıya kadar sağlıcakla! 

(Şarkıyı buraya iliştiriyorum.)
Kaynakça: http://www.baktabul.net/

25 Ekim 2014 Cumartesi

Bir Alışveriş Seremonisi


Merhaba sevgili takipçi aday adayıım!

Günleer günler önce ben taa üniversite hayatına alışamamışken*** yaptığım bir kitap alışverişi için geldim bugün buralara. Öncelikle internetten alışverişe güveniyorum ve destekliyorum ki bir süre sonra hayatımız tamamen internet üzerinden olacak bence. Meyveyi sebzeyi bile oradan alacağız. (ki alan var.) Demek istediğim çok yaygınlaşacak. Aaah aaah 5 sene önce kimin facebook adresi vardı?? Şimdi hesabı olmayanı dövüyorlar :))

Geçelim asıl konuya ben kitap alışverişimi hep aynı adresten yapıyorum. Fakat bundan sonra yapıp yapmayacağımı bir daha düşünmek durumunda kalacağım çünkü alışveriş yaptığım site çok duyarsız ve sorumsuz bir kargo şirketiyle anlaşmalı. Eskiden anlaşmalı olduğu Yurtiçi Kargo müthiş ötesi bir şirket. Kargonuza ne olduğunu size adım adım mesajla bilgilendiriyorlar. Eğer gelip evde bulamadılarsa bile 'Geldik,bulamadık" diye not bırakıyorlar. İsmini vermek istemediğim kargo şirketinde ise bunlar hak getire... Ne bir not ne bir mesaj. Ben deli gibi kargo beklerken günlerce kargom şubede beni beklemiş de kavuşamamışız. Nasıl sinirlendiğimi anlatamam. Neyseee.

Şimdi geçelim asıl asıl konuya aldığım kitaplara yani. Genel olarak kitap eritme projesinde olduğum için aslında yeni kitaplar almayı pek istemiyordum. Bu biraz mecburiyetten oldu. Neredeyse hepsi okul için olan bölüm derslerinin kitapları. Ama tabi ki yine bilen bilir ki birkaç kitabı sepete atmayı ihmal etmedim.. Sağlam iradem yerle bir oldu anlayacağınız...

Şöyle kısaca bir listeyi verip, okul dışındaki kitapları neden sepete attığımı kısaca anlatacağım.

İletişim Kuramları Tarihi  Armand Mattelart
Bilgi Toplumları Tarihi  Armand Mattelart
İletişimin Dünyasallaşması Armand Mattelart
Türk Dil Bilgisi Muhammer Ergin
Yeni Medya Üzerine Müge Demir 
Medya Kültür Siyaset  Süleyman İrvan
Mesajınız Var! Brendon Burchard (Sitenin Hediyesi)
YGS-LYS Fizik (Hiçbir alakam yok, Bero'nun kitabı) 

Mrs. Dalloway Virgina Woolf
Hasretinden Prangalar Eskittim Ahmed Arif
Adı:Aylin Ayşe Kulin

Son 3 kitap tamamen keyfi. Kendi özgür irademle keyif yapmak, merak ettiklerime cevap bulmak için seçildi. Çook uzun bir zamandır Virgina Woolf okumak istiyordum fakat bir türlü sıra ona gelemedi. Çok geniş bir okumak istediğim yazar yelpazesi var. Woolf da onlardan biriydi. Ben kitaplarımı "aman gideyim Hemingway'ın Çanlar Kimin İçin Çalıyor?'unu alayım" diyerek almam. Onların beni bulacaklarına inanırım. The Hours filmi Virgina Woolf'un Mrs. Dalloway romanından kesitler yansıtıyor. Filmi bir kurgu dersinde görüp merakımdan izlemişim. İyi ki izlemişim. Sırf bu yüzden  Virgina Woolf'a başlamak için iyi bir seçenek olduğunu düşündüm.

Ahmed Arif'in Hasretinden Prangalar Eskittim'i ise çok uzun süredir kitaplığımda olmasını gerektiğini düşündüğüm bir eserdi. Neredeyse bütün şiirlerini okudum, hatta bazılarını cüzdanımda taşıyorum. Öyle severim dağların şairini. Bana umut olsun, yoluma ışık olsun diye aldım.

3. olarakta Ayşe Kulin'in Adı Aylin'ini attım sepete. Kitap hakkında çok bir bilgim yok. Tamamen annem için seçilmiş bir kitap. Evet annemin okuyacağı kitapları ben seçiyorum. Başını çok ağrıtmayacak, hemen içine çekecek ama aynı zamanda nitelikli ve sağlam bir olay örgüsüne sahip kitaplar seçmeye çalışıyorum. Kulin'in bu saydıklarımı karşılayacak bir yazar olduğunu düşüdüm. Aslına bakarsanız Ayşe Kulin hakkında pek bir bilgim ve ilgim yok. Ayşe Kulin severlerin 'olması lazım' deyişlerini duyar gibiyim. Sıranın ona da gelmesini umuyorum.

İşte kitap alışverişim böyleydi sevgili takipçi adayım. Kitaplar için blog yazısı yazar mıyım bilemem, orası biraz şaibeli.

Bir daha ki yazıya kadar sağlıcakla!

-Son olarak ben yazarken bunu dinledim. Sizde okuduktan sonra / okurken dinleyin.-

***üniversite hayatına asla alışmayacağım, belki 4 sene sonra***

7 Ekim 2014 Salı

İzli -Yorum #1 Pek Yakında


     Merhabaa sevgili takipçi aday adayım!

     Bugün sevdiceklerimle buluştum. Hazır buluşmuşken de sinemaya gidelim dedik. Toplaştık Cem Yılmaz'ın Pek Yakında filmine koştuk. Film vizyona 2 Ekim'de girdi, 130 dakika ve sinemalar.com'un puanlama sistemine göre puanı 10 üzerinden 5,8'imiş.İlk iki gün sadece 62 bin kişi tarafından izlenmiş oysa "Yahşi Batı" ilk üç gününde 906 bin kişi tarafından izlenmişti. Bugün filmin 5. günü, Yahşi Batı ile karşılaştırınca sonuç hüsran gibi görünüyor göze. Takip ettiğim haberlerine göre tahmin edilen bir gişe başarısına ulaşamamış film şimdilik. İlerleyen zamanda ne olur bilemem. Yine takip ettiğim sinema sayfalarına göre genel olarak 'orta şekerli' bulunmuş seyirci tarafından.

     Bana sorarsanız da film 'orta şekerli' bir filmdi. Ben eş, dosttan aldığım tavsiyeye göre beklentimi çok düşürmüştüm. Filmin fragmanı biraz Cem Yılmaz'ın İşbankası reklamına benziyor.Sanki senaryo yazılırken biraz dram biraz komedi biraz romantizm ekleyelim diye düşünülmüş. Eee hepsinden birer parça olunca biraz kafa karıştırmış. Filmin 2. bölümünde kesinlikle daha çok gülüyorsunuz mesela.

     Film genel olarak "Hokkabaz" düzeyinde bir film gibi. "Gora" ve "Arog"'u izlerken çok daha büyük keyif aldığımı hatırlıyorum. Pek Yakında, Gora ve Arog'un önüne geçememiş sanki. Fakat şunu da söyleyebilirim ki oyuncu kadrosu kesinlikle çok tecrübeli insanlardan seçilmiş. (Zaten Ozan Güven, Özkan Uğur Cem Yılmaz'ın çoğu filminde yer aldı ve okuduğum yorumlarda da "hep aynı kadro" diye serzenişte bulunan çok kişi gördüm.) Şuna da değineyim Zerrin Tekindor'un oyunculuğunu bir daha bir daha beğendim. Hastasıyım.

     Şimdi bende çok yakından olmasa da bu işle ilgilenen, az buçukta olsa bu işin eğitimini almış(alıyor) biri olarak yapıyorum yorumlarımı. Cem Yılmaz'ın filmlerini Türk Sinemasının içinde bir bütün olarak düşünürsek eğer Recep İvedik düzeyinin kat be kat üzerinde bir kurguya dayanıyor. Film seyretmenin safhalarını bire bir yaşatıyor.
   
Tüm bunların üzerine film vakit geçirmek için çok çok iyi bir film. Zaten Türkiye'de sinemacılık bir eğlence aracı gibi görüldüğü için bir şeyler katıp katmaması çokta önemli değil. Ama insana bir şey katar mı, onun için bir şey diyemem. Bana katmadı mesela. Size bir şeyler katarsa koşun gelin bana yorum olarak yazın, çok çok sevinirim. Görüşmek üzere...

 -Birde filmin başında yönetmen değil "Rejisör: Cem Yılmaz" yazıyordu. Eskiler yönetmen değilde rejisör dermiş, fransızca kökenli bir kelime. Hoşuma gitti.-

Bu arada film müziklerinden biri: sürpriz

1 Ekim 2014 Çarşamba

Oku -Yorum # 1 Sergüzeşt


 


       Merhaba sevgili takipçi aday adayım,
       Yeni başladığım bir kitap eritme projesiyle karşınızdayım. Projemden kısaca bahsedeyim, kitaplığımda olan ancak daha okunma sırası gelmemiş kitapları aldım karşıma. Dedim ki sizi bitirinceye kadar daha yeni kitap yok bana. (Gittiğim kitapçılardan nasıl sağlam iradeyle çıkıyorum bilemezsiniz)
        Böylece bu yeni projeyle başladığım ilk kitap 'Sergüzeşt' oldu. Samipaşazade Sezai imzalı bu kitap, Boyut Kitapevinin 1. baskısından.
        Kısaca kitaptan bahsetmem gerekirse Dilber adlı bir kızın ailesinden ayrı esir hayatını ve yanında da bir minik aşk hikayesini anlatıyor. Zengin ile fakir arasındaki tabakalaşmaya, köleliğe bilhassa dikkat edip, üzerinde durmuş yazar. Ayrıca kitap o gün ki toplumu da gözler önüne seriyor.
        Gelelim benim şahsi, kitap ile ilgili yorumuma ben kitabı genel olarak beğendim, hiç okunmayacak, okudukça insanı darlayacak bir kitap değildi açıkçası. Sadece kitabın biraz anlatımı durağandı. Ve yazar sık sık araya girip kendisinin olaylara bakış açısını anlatıyor. Bu tarzı beni biraz sıktı ve olaylar arasındaki köprüyü kurmamı biraz zorlaştırdı. Çok kitap okuyan ve her kitabı merak edip içinize çekmek isteyen biri değilseniz -ve tabi ki okumak zorunda da değilseniz- bu kitabı tavsiye etmem.
        İşte bende Sergüzeşt'i böyle bitirdim, buyrun sizde okuyun gelin, tartışalım.
        O zamana kadar sağlıcakla!
        Ve son olarak sürpriz!

23 Eylül 2014 Salı

Bir 'ben' Hikayesi

      Merhaba sevgili takipçi aday adayım,
      Beni tatmin edecek bir takipçi sayısına ulaştığımda belki size -henüz olmayan takipçilerime- böyle hitap etmeyi kesebilirim. Bu blog karalamam da size örgün eğitimden kurtulmuş, evrensel bilgi üretme merkezlerine yeni giren bir ben'in hikayesinden kesitleri yazacağım.

       Öncelikle zaten üniversite düzeyinde bir liseden mezun olduğum için üniversiteyi kendime hep bir 'zorunluluk' olarak gördüm. Ama bu "zorunluluk olan şeyler zaten sallamasyon yapılır" ön yargısından çok uzakta kendini kanıtlama açısından benim için bir ölçü olmuştu. Bir özel üniversitenin kendi alanımda benim için uzmanlık olacağını düşündüğüm bir bölümünü tam burslu kazandım. (Üzgünüm bunu söylemek zorundayım çünkü çok emek verdim, gururlanmamı mahzur görün) Neyse ki o koşuşturmalı günleri atlatıp yepyeni bir sayfayı karalamaya başladım. Dün ilk günümdü. Bir 'ilk gün' nasıl daha iyi olabilirse o kadar iyi bir gündü benim için.

       Tek sorun yani benim için sorun olan aslında çağımızın teknolojisiyle alışmak zorunda olduğum yenilik insanların birbirlerini Facebook gibi sosyal medya üzerinden bulması, tanışması. Ben zaten bundan pek dili yanmış bir insan olarak, gerçekten bundan sıkıldım. Şahsen ben bir insanın yanıma gelip çekingen çekingen acaba ne yanıt vereceğimi düşünerek sorduğu sorulara cevap vermeyi seviyorum.

      Arkadaşlarım ve öğretmenlerim hakkında yorumlama yapabilmem için çok erken olduğunu düşüyorum, genel olarak izlenimleri iyi gibiydi. Fakat çok sevdiğimi ve çok seveceğimi düşündüğüm bir öğretmenimiz bugün çok güzel bir cümle yığını kullandı. Cümle yığını çok anlamlı ve böyle bir yazıda geçiştirilmemesi gerektiğini düşündüğüm bir şey olduğundan başka blog yazılarına bırakmak istiyorum. Tabi devam edersem bu işe..

      Kendimi kıyıdan köşeden tanıtma merasimim bitmiştir. Başka suare'de görüşmek üzere. Buraya birde şarkı bırakıyorum, burdan alırsın takipçi aday adayım. sürpriz!1!1

19 Eylül 2014 Cuma

küçücük bir fik!

 



Merhaba sevgili takipçi aday adayım! Heves uğruna açıp daha sonra ilgilenmediğim bloguma geri döndüm aylar sonra ve sizi bu küçük fik'le tanıştırmaya geldim. Fikir diyebileceğim kadar büyük bir oluşum değil sonuçta. 
Neyse sonra işte nalburlarda bulabileceğiniz strafor yada köpük diye tabir edilen o varlıklardan alıyorsunuz, cüzi bir fiyata (5 TL) kocaman bir panoya sahip oluyorsunuz, tabi isterseniz etrafını çarşafla kaplayabilirsiniz.Gayet sağlam, o yüksek fiyatlara aldığınız tabiri caizse kıç kadar mantar panolardan daha sağlam ve daha daha kocaman.'O sadece bir strafor değil o koskoca hayaller!!' olacak dermişim ama demem, neyse bu ucuz ve yaratıcı fik'le tanıştığınıza göre daha ne bekliyorsunuz?

12 Şubat 2014 Çarşamba









Mavi panoda yeşil ağaç.
Alarmların 5 dakika erkeni. 
Sabahlarında sabrı. 
İşte gözümü açtığım…



İşte böyle sevgili takipçi aday adayım! Her sabah 5 dakika erkenden kalkıp okuduğum neredeyse en sevdiğim yazarlardan biri olan Ece Temelkuran'ın yazısı. Fark etmeden panoma şiir bile yazmışım :):))9 Bence sizde böyle şeyler yapın. Kendinize minik minik sizi motive edecek notlar hazırlayın. Hazırlarken dikkat edin ama benimki kadar uzun olmasın... Görüşmek üzere...

10 Şubat 2014 Pazartesi

Merhaba takipçi aday adayım...
Şimdi böyle bloglu mloglu bir şeyler açtım ama sırf hevesimden. Tumblr twitter vs. diğer sosyal paylaşım ağlarını kullanırdım ancak ilk defa blogspot kullanacağım. GERÇEKTEN ÇOK HEYEÇANLIYIM... Şu an tek emelim tek arzum bu blog ile uğraşabilmek. Sana sabır diliyorum takipçi aday adayım... Bir daha ki gönderide görüşmek üzere...

Bir Küçük "Llorona" Hikayesi

Merhaba Sevgili Takipçilerim ve Aday Adaylarım!       Dünya’nın iyi insanlar hatırına döndüğü bu kötü günde herkese, dağlara, taşlara u...