18 Eylül 2015 Cuma

Bir Küçük "Llorona" Hikayesi


Merhaba Sevgili Takipçilerim ve Aday Adaylarım!
 
    Dünya’nın iyi insanlar hatırına döndüğü bu kötü günde herkese, dağlara, taşlara uçan kuşlara merhaba... Günler birbirini kovalarken geçenlerde bir saat diliminde tavana bakarak “bir hikaye bulmalıyız, bir hikaye öğretmeliyiz” dedim kendi kendime. Zihnimin koca çekmeceli belleğini karıştırdım. Ortalığı dağıttım biraz ama çekmecelerden tam dişinize göre bir hikaye çektim çıkardım.
     Latin Amerika sevgimi, bağlılığımı hepiniz bilmiyorsunuz. Hatta bazılarınız şimdi yazdığım cümleyi bir daha okudu. Kültürünü sevdiğimin memleketinin her karış toprağını görmek için sabırsızlanıyorum. Zihnimin çekmecelerinden de tamda bu topraklara ait bir şeyler çıktı.
Eskilerden kalma bir alışkanlıkla yeni keşfettiğim, dilini bilmediğim şarkıların hemen sözlerine bakmam. Ne anlatmak istediğini önce kendim çözmeye çalışırım. (Popüler kültürden bahsetmiyorum) 
     Tahmin ettiğin gibi yine öyle oldu... 2002 yapımı Frida filminin soundtrack’ında Chavela Vargas ve Lila Downs‘ın müthiş seslerinden dinleyip Llorona şarkısı ile tanıştığım bir şehir efsanesinden bahsetmek istiyorum bugün. Özellikle Chavela Vargas’ın sesini, şarkıyı yorumlayışının defalarca altını çizmek istiyorum. Bir ses bir kederi, bir yok oluşu bu kadar mı anlatabilir, bu kadar mı iyi hissettirebilir? Her dinleyişimde 5 dakika offline olup dış dünyaya kapatıyorum kendimi. 
Yine böyle çevrimdışı oluşlarımda açtım sözlerine baktım...
"sakın inme o nehre, çocuksakın yalnız başına gitme oralara;o hıçkırıklara boğulmuş kadın, sırılsıklam ve vahşi,seni bir daha asla bırakmamacasına alıkoyabilir. “
     Biraz soruşturmayla şarkının bir hikayesi hatta efsanesi olduğunu öğrendim. Vargas’ın Llorona diye nidalarının elbette bir anlamı vardı ve ben sır perdesine doğru son sürat koşuyordum ve perdeyi bir hışımla açtım... TATATAAAAAM!!!
Llorona bir Meksika efsanesidir, farkı versiyonları olmasına rağmen ben en bilinenini anlatmak istiyorum sana. Efsaneye göre Llorona çok güzel bir kadın, senelerce kimseye yüz vermiyor, hayatının aşkını bekliyor. En sonunda yaşadığı yere bir genç geliyor. Llorona kabul ediyor ve evleniyorlar. 2 çocukları oluyor. Ancak zamanla eşi Llorona’dan soğuyor ve farklı kadınlarla birlikte oluyor. Bu Llorona’yı çıldırtıyor, kavgalar gürültüler üzerine ayrılıyorlar. Bir gün Llorona ve çocukları nehir kıyısında gezerken adam geliyor. Doğal hakkı, çocuklarını seviyor ve Llorona’yı görmezden gelerek gidiyor. Bunun üzerine kadın cinnet getirerek çocuklarını nefesleri kesilinceye kadar su altında tutuyor. Daha sonra, aklı başına geldiğinde, ağlayarak çocuklarını arıyor; öldüklerini fark edince de kendini de nehrin sularına bırakıyor... İnanışa göre Llorona Araf’ta kalıyor ve ağlayarak çocuklarını nehir kıyısında aramaya devam ediyor. Ve yine inanışa göre Llorona hala gelip küçük çocukları kaçırıyor... (Anlayacağınız Meksikalı çocukları böyle korkutup tehdit ediyorlar.)
    Efsane böyle öğrendiğimde çok hoşuma gitmişti. Böyle kültür kokan şeyleri delicesine seviyorum. Fakat sana sır perdesinin tamamını açamadım, devamı ve daha fazlası için biraz uğraşman gerek. Llorona için çaba sarf etmen gerek. Şarkıyı buraya bıraktım. 
Bir daha ki yazıya kadar sağlıcakla! 

19 Temmuz 2015 Pazar

Gündüz Çorbacı Gece Meyhaneci





Merhaba sevgili takipçi aday adayım,

Bir sorum olacak sana, kaybetmek ağır mıdır? Kaybetmenin ağırlığı olur mu? Kaybettikçe hafiflemez mi insan? İki tezat kelimenin birbirine bu kadar eşlendiğini gördün mü hiç hayatında? Aklımda deli sorular, beynimden parmak ucuma akarlar, sonra yollarını bulur sana ulaşırlar. Aklımdaki sorular hiç bitmez, aklımda ikimize de hepimize yetecek kadar soru var. Ah takipçi aday adayım, takipçim sevgili dostum fikrimce kaybetmenin kocaman bir ağırlığı olur. Kaybedenler başta anlamaz ağırlığını, fark edemez. Bir insan kaybettiği zaman bir şeyleri önce uyuşur sonra acır ardından bir kağıt kesiği gibi sızlar nihayet yavaşça hissizleşir. Bunları niye mi yazıyorum sana, benim küçük dünyamda, kendi başıma anlamlandırdığım kendimce el yordamıyla edindiğim tecrübelerimin dilime vuran akisleri bunlar. Ve bu tecrübeler benim bünyeme fazlasıyla ağır geliyor hayır kaybetmenin ağırlığı değil, anlıyor olmanın ağırlığı bu kez.

Asıl tuhaf olansa bir sürü şey deyip asıl meseleye gelememek. Aslında diyip diyecek şey çok, alıp karşına oturtacaksın diyeceksin böyle böyle.  Yapılması gereken bu, yapılacak olan bu. Bağıra çağıra, acıta acıta söyleyeceksin her şeyi, ateşin etrafında döneceğine atacaksın kendini ateşe, yanık geçer ama yanmanın korkusu hiçbir zaman geçmez. Yaşayarak, yaşatarak öğrenir insan. Sen bir kere yandın, bir kere daha yanarsın. Nasılsa geçip gidecek.

Ben hayatımdaki çoğu şeyi unutmam, unutamam unutmakta istemem. Bir insanı seversen acısına da katlanırsın, sefasını nasıl sürdüysen cefasını da öyle çekersin. Acınası olan tek şey biliyorsun üzülüyorsun, üzülmekten alıkoyamıyorsun kendini tamam ama bu durumdan kurtulmakta istemiyorsun. En acınası şey bu.

Cemal Süreya'nın bir şiiri var, kıyıda köşede kalmış sadece onu çok sevenlerin bilebileceği bir şiir. O şiirde der ki "hep alçak sesle konuşan biri de vardı ki, kederini soylu kılmak için, yüreğindeki kurşun yarasına aşktandır derdi."  Kim bilir belkide çoğumuz kederimizi soylu kılmak için yüreğimizdeki kurşun yarasına aşktandır diyoruz. Kim bilir belkide aşka ve aşık olmaya dair bildiğimiz tek bir şey yok. Sadece öyle olduğumuza inanıyoruz.

Yazıya başlarken suyun ne yöne doğru akacağını bilemedim, her paragraf başına farklı düşünceler geçti içimden. Anladım ki meğer bende gündüz çorbacı gece meyhaneci olanlardanmışım. Meyhane zamanından derinden sevgilerimle, masamızın şarkısı


5 Temmuz 2015 Pazar

fatma ana çiçeği vs ben



Merhaba sevgili takipçi aday adayım!

Tüm zamanlar, gelmiş geçmiş tüm zamanlar. Nefes alanlar, aldığı nefesin kıymetini bilenler, bilmeyenler, sadece vücudunun yaşama tutunması için nefes alanlar merhaba! Canımın içi Edith Piaf'ın bir şarkısı var sözleri aynen şöyle:

Hayır, hiçbir şeyden üzgün değilim 
Ne bana yapılan iyilikten 
Ne de kötülükten; hepsi aynı şey.

Son birkaç sabahtır böyle Edith Piaf'ın sesine uyanıyorum. Uzun zamandır buralarda yoktum, bahaneler çok, anlatmaya vakit yok. Buralara yazma güdüme engel olamıyorum. Fakat bir yerden sonra insanın kendini kaldırması gerekiyor düştüğü yerden. Vakit bu vakittir dön artık demesi gerekiyor. 

Bazen bazı durumları idrak edebilmemiz, olayın olduğuna inanabilmemiz için birilerini görmemiz gerekir. Bir şeylere şahit olmamız ve onları bir film karesi gibi hafızamızda tutmamız. Yaşarken sanki rüya gibi gelebilir, sanki birazdan uykudan uyanacakmışsın gibi gelebilir. Sakın aldanmayın o duyguya. Ben bir süre önce yaşadım bu duyguyu, yaşadığım yetmiyormuş gibi de yaşattım sanıyorum. Dünyanın en güzel yeri olduğunu düşündüğüm bir yerde, damarlarımda asi kanını taşıdığıma inandığım, büyürken saygı duyarak 'helal olsun'lara sığdırdığım bir kadını, kadınlardan gelen nehirin içinde olduğuna inandığım bir kadını kaybettim. Akrabalık ya da kan ilişkini kastetmiyorum. Sanki sokaktan geçen herhangi birine ya da karakteri yüzüne yansımış birine duyduğum saygıdan, hiç tanımadığım birine üzülüyormuş gibi üzüldüm. Kişileri bağlamdan koparmaktan bahsediyorum. Kişileri yerçekimsiz ortamda değerlendirmekten bahsediyorum. 

Küçüklüğümden beri yer yer farklı evlerde gördüğüm gerçek ismini bilmediğim, annemin Fatma ana çiçeği dediği bir çiçek var. Kurumaz eve hoş koku verir, rengi de böyle güneş sarısıdır.O çiçeği her gördüğümde rengi güneş gibi içimi aydınlatır. Ananemin haberini aldığım zaman aklıma ilk o sarı çiçekler geldi, o güzelim güneş sarısı çiçekler bu kez içimi aydınlatmadı. Olayı dramatize etmek için demiyorum bunları sadece ölüm anında insanın aklına ne gelir diye size biraz açmak istiyorum perdelerimi. Kalanın aklına gelecek ilk söz, yapacağı ilk şey gibi bir şiiri dillendirmeye çalışıyorum. Hani zor durumda kaldığımız zaman sayıklarız ya "artık bitsin, bitsin artık, bu şey her neyse bitsin artık" diye, bitti dedim kendi kendime. Kendisine muhtemelen bu sözcüklerle seslenmiş olan birinin bitişini izledim gibi geldi bana. En gerçek en nihai şeyin bu "bitiş" olduğunu tekrar tekrar kavradım. Tamam.  Ayrıntıları kendime saklamak istiyorum. 

Dünya dönerken geçti gibi gelir insana. Hele bazı kendini bilmezlerde "bakın umurunda bile değil" deme gafletinde bulunur. Dünya dönüyor oyun devam ediyor dostlar. Acılar ilk gün ki gibi kalsa kimse yaşayamazdı bu dünyada. Uzaklaşın başka dünyalara gidin hikayeler toplayıp geri gelin, döndüğünüzde bir yuvanız olsun. Fakat tüm bunları yaparken bir başkasının acısına saygı göstermeyi sakın atlamayın. Bir başkasının acısını sakın küçümsemeyin, yaşamadığınız tadını bilmediğiniz, yabancısı olduğunuz bir duyguya asla dudak bükmeyin. Kimseye 'sen acı çekmiyorsun' demeyin, herkes reklam etmez kendini zira. O değilde yazmaya yazmaya unutmuşum blogspot yollarını... Tüm bunların aksine gösteri devam ediyor, herkes rolünü iyi oynasın! Bir daha ki yazıya kadar sağlıcakla... 

28 Nisan 2015 Salı

sahibini belli edecek bir karalama*

Merhaba sevgili takipçi aday adayım,
Duydum ki hikaye istiyormuş kulakların, seni kırmak olur mu hiiiç, aldım hikayemi geldim. Bu blog şeysilerine ilham veren takipçi aday adaylarıma çok çok minnettarım. Bu blog dünyasında kanat çırparken yarattığım rüzgarımla sizi serinletebiliyorsam ne mutlu bana!

Ah aday adayım, bazen nasıl zorlanıyorum iki kelam için... Bazen ne kadar sıkıcı geliyor tüm insanlık bana. Bazen sadece kendime kadar yaşamak istiyorum, bazende içimdeki güneşle herkesi, her şeyi aydınlatma hevesindeyim ah aday adayım bak şimdi neler diyeceğim sana...


"Evvel zaman içinde Musa'nın öğretmeni Khidr, insanoğluna bir uyarı yapmış. 'Belli bir tarihte, özellikle depolanmamışsa, dünyadaki bütün sular kaybolacak ve yerine insanları delirtecek yeni bir su akmaya başlayacaktır.'
Sadece tek bir adam bu öğüde kulak vermiş. Suyu toplayıp depolayabileceği güvenli bir yere gitmiş. Orada suyun karakterinin değişmesini beklemiş. Belirlenen tarihte sular akmayı kesmiş. Kuyular kurumuş... Öğüdü dinlemiş olan adam, bunların olduğunu görünce inzivaya çekilmiş. Saklamış olduğu sudan içmiş. Gizlendiği güvenli yerden şelalelerin tekrar akmaya başladığını gördüğü zaman adam, diğer insanoğullarının arasına girmiş. Onların öncekinden bütünüyle farklı bir şekilde konuşup düşündüklerini görmüş. Neler olup bittiğini hatırlamadıkları gibi birinin onları uyardığını da anımsamıyorlarmış. Onlarla konuşmaya çalıştığı zaman, kendisinin deli olduğunu düşündüklerini fark etmiş. Ona anlayış değil, düşmanlık ya da şefkat gösteriyorlarmış. İlk başta bu yeni sudan hiç içmemiş. Her gün saklandığı yere giderek, stoğundan içmiş. Ne var ki sonunda yeni sudan içmeye karar vermiş. Herkesten farklı bir şekilde yaşamanın, düşünmenin, davranmanın yalnızlığını kaldıramamış. Yeni suyu içmiş ve diğerleri gibi olmuş. Sonra da kendi özel su deposunu hepten unutmuş. Hemcinsleri ona mucizevi bir biçimde iyileşen deli olarak bakmaya başlamışlar."

Nasıl hikaye? Kopyala yapıştır yaptım ben, pek oynamak istemedim üzerinde. Hikayeyi edebi bir dile çevirmek istemedim, öyle dümdük, net bir şekilde olsun istedim. Sahi öyle mi? Mucizevi şekilde iyileşmiş olabilir miyiz? Farklı olmak iyi bir şey mi? Aman sende Şilan, farklı olmanın neresi iyi der gibisin sanki. Kişisine göre değişir ki bu...  Bakın anlatmaya çalıştığım kalabalıklar arasında kalabalık bir yalnızlık. Anlatmak istediğim kimselere anlatılmayacak türden şeyler. Diğer insanlarla ortak payda bulamayışımız. Sevdiğim hafif kalabalık, dumanlı akşam saatleri birde fesleğen kokusu.

Yalnızlık ağır yüktür, her beden kaldıramaz. Nihai yalnızlığını seven, kafasının içinde konuşan sevgili dostlarıma, içimden geldiği gibi gelsin bu yazı. Sonsuz yalnızlığım ve sevgilerimle... Bir daha ki yazıya kadar sağlıcakla...

19 Nisan 2015 Pazar

yüzme biliyor muydunuz?

Merhaba sevgili takipçi aday adayım!

Nasılsın, ben kuş gibiyim, neredeyse kanatlanıp uçmadığım kaldı. Ben yine bir kitap siparişinde bulundum, kargom geldiği gibi de buraya koştum geldim. Ben hayatımda bazı şeyleri alışkanlık haline getirmeye başlarım, örneğin yeni bir işe başladığımda kazandığım ilk parayı ilkin kitaba yatırırım. Çünkü en değerli şeylerin orada beni bulacağına inanırım. Tarih dediğin nedir gülüm, tekerrürden ibaret... Yine yeni bir iş... yine yeni bir liste... yine yeni bir kargo...



Tamam girizgahı atlatıp size hızlıca neler aldım anlatayım, bu sefer sepeti sadece kadın kalemiyle doldurmak istedim. Kadınlardan gelen bir nehir içinde, beni ben gibi anlayan kadınlardan, hiç okumadığım, hiç anlamadığım kadınlardan.

Sipariş listesini hazırlarken de sürekli "sevilen bir kadının yüzü çiçek gibidir" dedim hep kendi kendime. Nedendir bilmem, bazen belli kelimeler takılır dilimin ucuna. Sanki unutmak büyük terbiyesizlik ve vefasızlık gibi gelir. Unutmamak için tekrar eder dururum.

Kısaca şöyle kitap listesini bırakmak istiyorum sana, eğer içinde okudukların varsa bana yaz diye, kim ne anlamış, neyi görmüş, neyi görmemiş tartışalım. Tartışmak iyidir, farklı bakış açıları sunar insana...

Nilgün Marmara - Daktiloya Çekilmiş Şiirler
Oriana Fallacı - Doğmamış Bir Çocuğa Mektup
Sylvia Plath - Sırça Fanus
Virginia Woolf - Kendine Ait Bir Oda
Ece Temelkuran - Devir

Aslına bakarsan tüm bu kitapları okuduktan sonra uzun uzun haklarında düşünüp, belki neler düşündüğümü yazacağım.

Bir nehir var, kadınlardan oluşan bir nehir. Hepimizin içinde olduğu dertlerimiz, tasalarımız, umutlarımız, gülüşlerimizle birbirimizi yıkadığımız. Bizi biz yapan şeylerin bir an bile yanımızdan ayrılmadığı bir yer. Tepeden tırnağa biz olduğumuz. Birbirimizi garip huylarımız için sevdiğimiz. Gittikçe uzuyor günlerimiz.

Bu kadınlardan gelen nehirde yüzmek zorundayız. Çünkü bu kadınlar aslında bize benzeyen ama bizden çok farklı olan kadınlar. Bakışları bizimle değişen kadınlar. Bu kadınların hepsinin adı yazılmalı baş köşeye. Hepsinin gülüşmeleri yazılmalı isimlerinin altına. Teker teker.

Öyle işte bazen içinden çıkamıyorum hiçbir durumun, kendine iyi bak bir daha ki yazıya kadar sağlıcakla! 

11 Nisan 2015 Cumartesi

Bütün Kadınların Kafası Karışıktır, Muhtemelen!


Merhaba takipçi aday adayım!

Yürürken diğer insanların adımlarını izlerim, kimin açtığı yolda ilerliyorum bakarım. Birilerinin adımlarını takip etmek kolay bir iş olmasa gerek. Adımlar çok önemlidir benim için. Ee ne de olsa yolları yenmek için yürümeliyiz ama nereden başlamalıyız yürümeye? Yürüdüğümüz yollar gerçekten bizim yarattığımız yollar mıdır, yoksa sürüklendiğimiz başka insanların yarattığı yollar mıdır? Aklımızdan geçenler, söylediğimiz cümleler gerçekten bizim kelimelerimiz midir? "Şimdi ne söylüyorsam karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana.." der Nazım, gerçekten öyle midir? Başkalarından öğrendiğimiz bu mirası gelecek insanların aydınlık akıllarını mı bırakıyoruz? Onlarda gelecek nesillere mi aktaracak? Hep başkalarının sözcükleriyle mi yaşayacağız?  Başkalarının hissettikleri gibi, başkalarının cümleleriyle.

Dil, insanın kalbi ve aklından geçeni karşına aktarabildiği en güçlü varlıktır. Dilimizle neye güldüğümüzü neye ağladığımızı anlatabiliriz ancak. Başkasının yarattığı, başkasının tercüman olduğu temelde aynı duyguları hissettiğimizi düşündüğümüz varsayımını yaparak başkasının kelimelerini söyleriz, herkese, her şeye...

Tüm şarkılarımız bizimle aynı acıları yaşamış insanların. Onların galibiyetlerini sırtlıyoruz. Bizim olmayan zaferlerin kutlamasını yapıyoruz. Taklit edersek aynı başarıya ulaşmış sayıyoruz kendimizi. Oysa düşman duruyor yerli yerinde. Herkes aynı yerinde belki bir umutla koşar zafere, bizim olmayan zafere. Taklitler tekrara dönüşüyor. Hepimiz birbirimizi taklit ediyoruz. Uygarlık tarihinden beri en başından en sonuna kadar, birbirimizi taklit ediyoruz. Taklit doğal yönelim mi? Taklitler aslını yaşatmaz.
Mesela şu an bile ben bir başkasının ürettiği kelimelerle size sesleniyorum, o kelimeleri bir araya getirip bir anlam çıkarmaya çalışıyorum, parçaları birleştiriyorum. Başkasının kelimelerini size yazıyorum. Bunlar benim kelimelerim değil belkide.

Bu minvalde her şeyi değerlendirecek olursam, bazen bazı şeyler anlatılmaz, anlatılamaz, çünkü o sözcükler daha üretilmemiştir, hiçbir kelimenin hükmü yoktur.

Ağzımda bal gibi tatlı bir türkü bir iner, bir çıkarım bu yokuşu.

Bir daha ki yazıya kadar sağlıcakla takipçi aday adayım!

3 Mart 2015 Salı

Bir Küçük Temmuz Hikayesi


Merhaba sevgili takipçi aday adayım!
Şimdi ben buraya neden geldim? Niçin geldim? Nasıl geldim? Bunu izaha gerek yok... Yine bir yaşanmışlık koydum cebime geldim. Bu sabah uyandığımda tek cümle aklımda "sevilmemekten değil, sevememekten kork" diye ne kadar haklı kafa radyom.

Aylar yıllar önce internette tık tıkı açarken oraya buraya tıklarken karşılaştığım bir hikayeyi anlatmaya geldim bugün. Hatta ödevlerimde kullandığım Soner Yalçın'ın 2007 tarihli bir yazısından harmanlayarak hazırlıyorum, hazırlamaktayım, hazırlayacağım.

Toplumcu Gerçekçi Şair sevdalım Hasan Hüseyin Korkmazgil'i bilmeyeniniz yoktur sanıyorum, varsa da panik yapmasın hemen öğrenecek... Şuraya kısaca bir özgeçmişini bırakıyorum ilgilenenler için.

Fakat bugün ben size ne şiirinden bahsedeceğim Korkmazgil'in ne de yazılarından, ne öğretmenliğinden, ne grev sözcülüğünden. Aşkını anlatacağım Korkmazgil'in. Bir ölümle hayat bulan aşkından. Daha doğrusu Kormazgil'i bulan bir aşktan...

Tarih 3 Haziran 63. Yer Moskava. Büyük Türk şairi 'vatan haini' Nazım Hikmet Ran, ülkesinden kilometrelerce uzakta derin bir uykuya dalıyor. Onun uykusu uzak düştüğü yurdunda birini uyandırmaya yetiyor.

Azime Karabulut, 30 yaşında edebiyat öğretmeni, Uşak Lisesi'nde. Eşi Hulusi ilköğretim müfettişi mesleği gereği evinden uzakta. İki çocukları var Hulusi ve Azime'nin. Ufuk ve Barış. Oğulları Ufuk 4 yaşında, kızları Barış 2 yaşında.

Mekan değişiyor birden, Moskova'dan Uşak'a çevriliyor gözlerimiz. 1963 yılında bir akşamüstü Azime çocukları yatırdıktan sonra radyoyu açtı, kanalları çevirirken birden durdu. Başta idrak edememiş gibi oldu. Dumura uğradı. Sonra duyduğu kelimeleri anlamlandırdı kafasında. Bir şey ifade etmeyen harflerden oluşan cümleler artık bir şeyler ifade eder olmuştu.

"Büyük Türk Şairi Nazım Hikmet Ran öldü."


Kim bilir kaç kez tekrarlandı bu cümle kafasında. Uykudan uyanır gibi oldu kalktı balkona çıktı. Çocukluğunun  yasaklı şairi, en sevdiği şair gitmişti işte. Tanışmasaydı, göremeseydi de onun bir yerlerde yaşıyor oluşunu bilmek bile güven veriyordu Azime'ye. Oysa artık yoktu. Yaslandığı güven duvarı yıkıldı Azime'nin.  O anda aklına, son dönemlerde sık sık okuduğu, korkusuzluğunu Názım Hikmet’e benzettiği bir şairin adı geldi aklına: Hasan Hüseyin.

Bir telaş sardı yüreğini. Nazım'a yapılanlar Hasan Hüseyin'inde başına gelebilirdi. Kendi kendine "Tanımalıyım bu şairi" dedi. 3 Haziran'ı 4 Haziran'a bağlayan gecede iki büyük şairin şiirlerini okudu. Güneş doğarken kızının sesiyle kendine geldi. O gün okula gitti, geldi. Eve dönerken iyice kafasına koymuştu Hasan Hüseyin'i tanımayı. 4 Haziran gecesi Barış ve Ufuk'u yanına alıp düştü Ankara yoluna. 5 Haziran sabahı Ankara'daydı. Hasan Hüseyin'i Türkiye İşçi Partililer Genel Merkezinde bulabileceğini düşünerek kısa bir araştırma dahilinde Genel Merkeze gitti. Heyecan içinde ve meraklıydı. Partililer karşılaştıkları bu manzara karşısında biraz şaşırdılar. Şairin nerede olduğunu bilmediklerini ve son zamanlarda da uğramadığını söylediler.

Azime bunun haklı üzüntüsüyle genel merkezden tam çıkacakken, adını sonradan öğreneceği şairin yakın arkadaşı Kemal Çiftler ile karşılaştı. Çiftler, Hasan Hüseyin'in iki hafta önce Ankara'dan ayrıldığını ne zaman döneceğini bilmediğini söyledi Azime'ye. Bu karşılaşma Azime'nin hayatında bir dönüm noktası olacaktı. Henüz farkında değildi ama. Azime,tren istasyonunun yolunu tuttu, Uşak’a döndü.

Günler günleri kovadı. Temmuz ayının sonu baharla geldi Azime'nin kapısına. Hasan Hüseyin'den yaklaşık beş sayfalık bir mektup vardı. Merhabalarla başlayıp derin bir iç döküşle devam ediyordu

"Azime Karabulut merhaba!" 

Azime şaşırmıştı mektubu alınca. Ne yapacağını bilemedi bir süre. Hemen yanıt yazıp, çocukları ile çekilmiş bir fotoğrafını ekleyerek postaladı mektubunu. Hasan Hüseyin'de bir fotoğraf göndermişti sadece yazılarından tanıdığı bu adamın ilk defa yüzünü görüyordu Azime. 

Şairin ikinci mektubu "Sevgili Azime" diye başlıyordu. Üçüncü mektubunun tarihi 7 Ağustos 1963 idi. Şair mektubunu saat 03.00’te kaleme almıştı. Ve mektup, "Benim Azimem!" diye başlıyordu.

"Seni sevdim, seviyorum. Seni anlayarak seviyorum. Bunu bugün söylüyorum sanma. Ben sevmem böylesi laflar etmeyi. Hele, hiç sevmem mektup yazmayı. Seni seviyorum diyorum, anlıyorsun değil mi? Bu benim için zor bir itiraf...

Sen biraz yarınımsın benim. Biraz değil yarınımsın Azime. Sana Azime'm diyorum anlasana! Seni anlayarak seviyorum Azime. Düşün ki yüzünü görmedim daha. Kimseden de sormadım seni. Seni kendi sözlerinle tanıyorum, bir de yolladığın resimden...

Geç mi kaldık? Yoo... Bu da bizim gerçeğimiz."

İtiraflar, büyük sevgiler, geride bırakacağı, yanına alacağı o kadar çok şeyi vardı ki Azime'nin... Atla gel diyordu şair. Gel beraber bir hayat kuralım. çocuklarını da al gel. Gitmek kolay mıydı hemen öylece? 2 çocuğu vardı, ailesi, akrabaları vardı, geride bırakacağı bir eşi vardı. Kaybetmek istemediği sevgiler vardı. Başta ailesine açtı konuyu. Kardeşleri ne olursa olsun yanında olacaklarını söyleyerek, desteklerdiler ettiler Azime'yi. Annesi ise Azime'nin yüreklenmesine sebep olacak o cümleyi söyledi: "İnsanın başına kar da yağar, boran da savrulur, git kızım" 

Hemen koşup gidip telgraf çekti Korkmazgil'e, "Geliyoruz." 



17 Ağustos 1963. Yer Ankara Tren İstasyonu. Çocuklar annelerinin içindeki yangından habersiz öyle sevinçliler ki Ankara'ya tekrar geldikleri için. İlk Azime gördü sevdiceğini, gri gür saçlı, enerjik yüzüyle boylu boslu incecik bir adamdı, utandı. Telaşlanıp iki elini sallamaya başladı. Göz göze geldiler. Trenden inip bir lokantada oturup sohbet ettiler, o gün Hasan Hüseyin, Azime ve çocuklara Ankara'yı gezdirip bir otele yerleştirdi. O kısa ziyarette birbirlerini tanımaya çalıştılar. 

Sonra Azime Uşak'a döndü. Zorlu bir şekilde eşinden boşandı. Zaten çevrede  edebiyat öğretmeninin solcu şairle yaşadığı aşk büyük yankı uyandırmıştı.  Bu zor günlerde Azime'nin Barış'ın ve Ufuk'un hayatını değiştirecek teklif geldi. Hasan Hüseyin 10 Haziran 1964 günü Azime'ye evlenme teklifi etti. Azime mektubun geldiği günün gecesi çocuklarıyla beraber Ankara'nın yolunu tuttu. Ve aşk dolu bir dünyaya adımını attı.  11 Haziran’da Altındağ Evlendirme Memurluğunda evlendiler. Törende sadece beş arkadaşları vardı. Azime çocuklarını alıp Ankara’ya yerleşti. Bir yıl sonra oğulları Temmuz doğdu. 

Ekstra: Hasan Hüseyin bir şiirinde der ki "Bir oğlum olacak adı Temmuz, öfkede benden fırtına, sevgide deniz." Aynı dediği gibi Temmuz isimli bir oğlu oldu.

İşte böyle Azime ile Hasan Hüseyin'in tertemiz hikayesi. Doğru mudur dersen, bir kere geldiğimiz bu dünyada, benim için doğrudur. Bazen gitmesi gerekir insanların. Bazıları vefasızlık der Azime'nin yaptığına bence öyle değil. Bir kere geldiğimiz şu dünyada bırakın yanlış bile olsa Azime'nin yanlışı olsun ki bence en doğrusuydu Azime'nin yaptığı. 

Son olarak da hepinize Azime'li Temmuz Bildirisinden bir bölüm paylaşıyor ve bugünlük de paydos ediyorum. Hatalarım varsa affola. Düşüncelerini de aşağı yorum olarak bırakırsan sevirim sevgili takipçi aday adayım! Bir daha ki yazıda görüşmek üzere... 

"...Badem çiçek açar gibi geldin, düşte sever gibi geldin ey kavgabiçim yepyeni bir düzendi gelişin..."

Bir Küçük "Llorona" Hikayesi

Merhaba Sevgili Takipçilerim ve Aday Adaylarım!       Dünya’nın iyi insanlar hatırına döndüğü bu kötü günde herkese, dağlara, taşlara u...