25 Şubat 2015 Çarşamba

Korku Ülkeleri ve Minik Fik



Merhaba sevgili takipçi aday adayım!

Kendimi çok yüksek bir binadan atmış da ölmemiş gibiyim. Ölmeyi başaramadığım gibi bir sürü kırık çıkıkla çarpı iki kere acıları çoğaltmış gibiyim. Ah şu mecazen ölmeler!

Nasılsın? Yine çok ara vermeden yazmak istedim ama ne mümkün? Öyle zamanlar oluyor ki bloga yazı yazmayı geç, nefes almayı bile çok görüyorum kendime. Son 2 hafta içinde Özgecan’dan beri bir türlü toparlayamadım kendimi. Yazmak istedim Özgecan için, vahşice katledilen tüm kadınlar için… Ama ne mümkün yazamadım! Ne yazısını yazabilirim, ne konuşabilirim gibi geldi başta.  Günlerce normal hayatıma devam ettim ama aklıma o kızın o dolmuşun ters yöne gittiğini anladığı andaki korkusu geldikçe çıldırdım.  Dünya üzerinde  insan diye tanımladığımız tuhaf yaratıkların birbirine bu kadar vahşice davranabilmesi beni ürküttü.  Bu kadar sevgisiz olabilmemiz canımı acıttı. Birbirimizi üzmekten, birbirimizin canını yakmaktan kaçınmıyoruz ve hiçbir caydırıcı ceza da frenlemiyor kimseyi. Amacım y kromozomuna sahip olan bireyleri yermek, ölsünler gebersinler demek değil. Kadına şiddete nasıl karşıysam, erkeğe şiddete de karşıyım. Hayvanlardan ayırt edici özelliği akıl olan bir türün birbirine sevgisizliğine karşıyım. Sevmeyi ve sevilmeyi öğrenemeyeşimize karşıyım.

Korku ülkesi olduk artık biz. Sokağa çıktığımızda insanların yüzüne ‘bana zarar verir mi acaba?’ diye bakıyoruz. Birbirimizden delicesine korkuyoruz. Paranoyak olmanın ölmüş olmaktan daha iyi olduğunu düşünüyoruz. Aynı duvarda duran yamuk tablo gibi, onun yamuk durması bizi rahatsız ediyor. Düzeltelim diyoruz. Düzeltmeye de boyumuz yetişmiyor. Zıplıyoruz hopluyoruz olmuyor hala yamuk. Tek adım bile kıpırdamıyor yerinden. Tablonun tam altında kafamızı ellerimizin arasına alarak oturuyoruz bir süre. Ağlamak istiyoruz ama o kadar kurumuş ki içimiz tek damla gelmiyor gözlerimizden. Bitsin diyoruz artık bitsin. Her şey bitsin. Daha fazla katlanamadığımızı düşünüyoruz ama bitmiyor. Bitmiyor.  

Zaman geçecek, belki çok uzun bir zaman olacak, sanıyorum biz görmeyeceğiz. Çok uzun bir zaman dilimi olacak. Uzunluğunu kestiremiyorum ama tüm bunların bir sonu olacak eminim. Sabahattin Ali der ki “Yeryüzünde hiçbir şey, ne kadar uzun ömürlü olursa olsun sonsuz değildir.” Elbet güneşe hasret günler de bitecek. Bunun bilinciyle tutunuyorum hayata. İleride çocuklar yeşil, sevgi dolu bir dünyada yaşayacak. Bu yüzden ütopyalar güzeldir!

Tüm bu içimdekileri elimin tersiyle siliyor zamanlar önce yazdığım bir postu revize ediyorum. Bakın şimdi ne oldu!! İşte aylar önce verdiğim güzel fik’in şimdiki hali! Hatırlamayanlar için şu fik fik. Benim zaman içinde odada sürekli yeri değişen, sürekli yenilediğim, artık delik deşik ettiğim panom… Oradan buradan kırptığım çıktısını aldığım zaman zaman benim yazdığım sabahları gözümü açtığım güzeller güzeli panom.  Ve sizlere diyorum ki bir karakter oluşturabilmek için bir yerlerden bir şeyler kırpıp aklınıza yazmanız gerek. Bu dediğim bir pano oluşturmak içinde geçerli tabi…  Eğer siz de bu fik’i uyguladıysanız ya da bu fik’i geliştirebildiyseniz aşağıya yazın. Merakla bekliyor olacağım. 


Aslında daha yeni fikirler geliyor aklıma ama azıcık zaman var, birazda deneyimlemem gerek ki bilgide yanlışımız olmasın. Sonrada size “bu fik çok güzel gelsenize” derim belki. Kim bilir o zamana kadar sağlıcakla!

                                                                                       

12 Şubat 2015 Perşembe

Bir Küçük "Mona Roza" Hikayesi


Merhaba sevgili takipçi aday adayım!

Yine bir süredir yazmıyorum yokum, neden yokum bir fikrim yok. Aslında sabun köpüğü şeyler yazıp beyninizi doldurmak istemediğimden sanırım. Özenle düşünüyorum acaba ne yazsam diye, fikir alıyorum fikir veriyorum. Sonra bu şekilde günlerim geçerken size yeniden yepyeni olmayan bir hikaye getirdim. Yeni değil ama belki haberi olmayan bir sen için yepyeni bir hikaye olur diye düşündüm.

Yine çok sevdiğim bir hikayeden bahsetmek istiyorum. Bu hikayeyi yazmayı düşünürken bir kamuoyu araştırması yaptım. 10 kişiye sordum bir popüler "hayır bilmiyorum" cevabını aldım. Sonra geldim oturdum bilgisayarın başına.
 
"Mona Roza siyah güler ak güller..."
 diye hikayeme başlayarak girizgahı sonlandırmak istiyorum. 

Evet bu suarede sizlere Sezai Karakoç'un aşkını derleyip anlatacağım. Bu hikaye doğru mudur bilinmez, bu konuyla ilgili tüm yazılar bir rivayete göre diye başlıyor.  Bense hepsinin arasında bu anlatacağım hikayeye inandım. Hikayeyle ilgili kimse gerçeğin ne olduğunu bilmiyor. Hiçbir babayiğitte sorup öğrenemiyor bu gizli sevdayı. Anlayacağın sevgili takipçi aday adayım bu aşk bir giz olup kalıyor iki yürek arasında. Öyleyse bende başlıyorum hikayeye…

Bir rivayete Sezai Karakoç 1950’de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni kazanıyor. Okuluna başlıyor gidiyor geliyor. Fakat günler sonra dersler devam ederken gönlünü bir muhacir kızına kaptırıyor. Kıza açılamıyor da, reddedilmekten  korkuyor belli ki… Ve ucu bucağı olmayan bir sevdaya sürükleniyor. 4 yıl boyunca içinde büyütüyor aşkını.  Ee 4 yıl olmuş, mezuniyet heyecanı sarıyor Ankara Üniversitesini. Bir mezuniyet gecesi düzenleniyor okulda. (Benim gibi güzel organizasyon yapabileceklerini sanmıyorum ama…) Asıl hikaye, ipin inceldiği yerden kopması bu gecede gerçekleşiyor. Arkadaşları tarafından bilinen şiir tutkusu Karakoç’u kürsüye sürüklüyor. İsmi anons ediliyor ve ağır adımlarla çıkıyor Karakoç kürsüye. Onca kişinin arasında gözleri sevdiceğini, gönlünde yer alamadığı kusursuz sevdasını arıyor… Ve neden sonra başlıyor şiirini okumaya… 

“Mona roza siyah güler ak güller
  Geyve’nin gülleri beyaz yatak
  Kanadı kırık kuş merhamet ister
  Ah senin yüzünden kana batacak
  Mona roza siyah güller ak güller…”

Şiir bitene kadar çıt çıkmıyor salondan. Oysa Karakoç sevdiğinin gözlerine bakarak okuyor şiirini.
Son kıta da salondan uğultular yükseliyor, herkes bu şanslı kızın kim olduğunu merak ediyor. Böyle bir aşkı nasıl keşfedemediğine hayret ediyor. Kız arka sıralardan sıyrılıp kürsüye yaklaşıyor ve bağırarak "Seni kabul ediyorum" diyor. Tam bu sırada gurur aşkın önüne geçiyor ve Sezai Karakoç “Ben seni kabul etmiyorum” diyerek arkasını dönüp gidiyor. Ne kadar yürekten söylediği merak konusu tabi. Delikanlı şair Sezai Karakoç, o günden sonra bir daha kızı görmüyor. Belki kıza ulaşınca hevesi kaçtı bilinmez, şairde olsa insan sonuçta. Ademoğlu vefasız...


İşte bu uğruna şiir yazılan, Karakoç’u deli divane kızın ismi Muazzez Akkaya.  Şiirin her kıtasının başındaki harfleri yan yana getirdiğinizde "Muazzez Akkaya’m" çıkar. Hatta ünlü şairin bu kız için yazılmış başka şiirleri de var.
İç geçirdiğini duyar gibiyim. Şiirin tamamının linkini buraya bırakıyorum. Tam yamacına da güzel bir seslendirilişini. Asıl tüm bunun aksine Muazzez şiiri duyduğunda ne yaptı, ben bunu merak ederim en çok. Sizin isminize hiç yazıldı mı, bilemeyiz ki ismine şiir yazılan kadınların neler hissettiğini.

İşte böyle Muazzez ile Sezai’nin inanmak istediğim hikayesi. Eğer ikisine dair bir şeyler biliyorsan benimle paylaş. Çünkü merak ederim bilirsin. Bir daha ki yazıya kadar sağlıcakla! Kendine iyi bak…

Bir Küçük "Llorona" Hikayesi

Merhaba Sevgili Takipçilerim ve Aday Adaylarım!       Dünya’nın iyi insanlar hatırına döndüğü bu kötü günde herkese, dağlara, taşlara u...